Fetih
Constantinopolis
FETİH / Constantinopolis
Tarihte, Osmanlı Sultanları gibi Rus Çarlarının ya da Viking krallarının hayatta kalma adına yaptıkları yağmalama ve kıyım kültürüne en iyi örnek, Avrupa ,100 yıl (inanç) savaşları ile boğuşurken, Osmanlı'daki Fetret dönemini dedesi Yıldırım Beyazıt 'ın ölümünden sonra, fiili olarak yaşayan Sultan II. Mehmet, 21 km surları olan ve bir tarihî parkı andıran Constantinopolis'i fethederken, 54 gün süren kuşatmanın ardından bu minicik şehri üç gün yağmalatmıştı. Ve bu minik tarihî yarımadanın üç gün yağma yapılması Genç Sultan II. Mehmet’in buyruğuydu.
İlginç olan tüm yabancı tarih kitaplarının pek çoğunda, tarihî yarımadanın ele geçirilmesini izleyen ilk üç gün, şehrin yağmasına ilişkindi.
Sistem içi, düzen içi tarihçi yaklaşımlarında “fetih” altın cümlelerle sayfalarca anlatılırken nedense yağma olayı hep atlanır. Oysa, yağma, dönemin hukukuna ve siyasal/ekonomik düzenine aykırı değildi.
İstanbul’un günlerce kuşatılması sonrasında asker homurdanmaya başlamıştı ve pek çok yerde olduğu gibi ganimet kaygısı başlamıştı. Sultan bu esnada komutanlarını toplamış ve kentin bütün zenginliklerinin onların olacağını deklare ederek, olağan hallerde bir gün olan yağma süresini üç güne çıkartmıştı. Üç günün bitiminde ise ordu içindeki yeniçeri çavuşları yağmaya devam edenleri engellemeye başlamıştı.
Tarihçi Hoca Saadetin Efendi, İstanbul’un yağmalanmasını o günlerin fevkiyle bütün encamıyla anlatır. “Padişah Sultan II.Mehmed'in buyruğu gereğince, askere üç gün üç gece yağma tanındı.
(Tacü’t-ül Tevarih, 2. Cilt. ) Osmanlı tarihçisinin anlattığı bu yağmada halk Aya Sofya’ya kaçmış, kilisedekilerin bile bir kısmı esir yani ganimet olarak alınmıştı. Oysa yağma ekonomisi, dünyanın her yerinde oldukça eski tarihlerde yaşanmış, ama zaman içinde tarihe karışmıştı. Fakat günümüz Türkiye 'sinde dahi, bu Asya/İslam kültüründe sıkça örneğini gördüğümüz uygulama görece yakın zamanlara değin, hep ekonomik bir geçim yolu olarak kabul edilmişti. Dar-ül Harp sayılan, yani islam olmayan ülkelerin hepsi genel olarak ganimete konu edilmişti. Bu yüzden Osmanlı İmparatorluğu'nun gerilemesinde, toprak kaybı ve “yağma” dan gelen ganimetlerin yani gelir yollarının tükenmesi ana etmenlerden biri olarak sayılmıştı.
Yağma kültürü, sosyal bir gen olarak hala kanımızda. Çünkü en ilkel haliyle, Roma hukukundaki incelik, günümüz Türkiye 'side dahil olmak üzere bütün Asya/Müslüman toplumlarında hiç oluşmamıştı. Roma Hukuku'nda “bulunmuş mal” kavramı vardı. Sahipsiz bulunan mal için bile mülk edinme çok ince kurallara bağlanmıştı. Ancak, İstanbul’da yaşanan ve şehrin kadastrosuz ve kupon arazilerinin yağma ilkelliğinde ,
toplumu sadaka ile yönetme politik bir senaryo haline gelince, bunun toplumsal belleğimizde yatan bir kusurdan geldiği daha iyi anlaşılır. Örneğin, Kırım 'da Efendi Köy'deki, sonra Bulgaristan 'da Niğbolu ve Filibe'de ve daha sonra Anadolu'da ,Kayseri Pınarbaşı Han köyü'ndeki topraklarımıza çökenler, işte bu yağma kültürü ile uydurma yasalarla ülke hukukunu çalıştırmaya çalışan yağmacı zihniyetlerdir. Oysa hukuk ve insan hakları evrenseldir ve dünya, üzerinde yaşayan her canlının üzerinde yaşadığı toprak parçası, onun müktesep hakkıdır.
Ne diyordu büyük dünya şairi Nazım Hikmet, "özgürlüğün birinci şartı anlamaktır. İkinci şartı ise doğru anlatmaktır. Üçüncü şartı ise doğru anladığını -yanıltmadan- doğru anlatmaktır. Hatta dördüncü şartı ise, "anladığını anlatmayan alçak oğlu alçaktır" diye sert bir biçimde uyarıyordu şiirinde.
Yazımızı, yine Nazım Hikmet 'in "5 satırla" şiiriyle" onu 3 Haziran ölüm yıl dönümünde saygıyla analım.
Yaşamından yalanı silmeyi bilen ve insan kardeşlerine empatiyle bakmasını her koşulda öğrenmeye gayret eden, tüm yeryüzü dostlarıma ışıklı ve neşeli güzel günler diliyorum.
0 Yorum